Atanan rektör Hegel bile olsa itiraz eder miyiz?*

Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni atanan rektör hem öğrenciler hem akademisyenler hem de toplumun diğer kesimlerinden çeşitli eleştiriler aldı. Burada bu eleştirilerin en kuvvetli görünenlerini felsefenin bize sunduğu birtakım teorik araçları kullanarak gözden geçirmeye çalışacağım. Ayrıca bu analizi mevcut eleştiri farklılıklarını değerlendirmek için de kullanacağım. Öncelikle kuvvetli görünen bazı eleştiri sebeplerini dört başlık altında toplayalım:

Yeni atanan rektör seçimle gelmedi.
Yeni atanan rektör iktidar partisi mensubu.
Yeni atanan rektör üniversitenin içinden birisi değil.
Yeni atanan rektör liyakat sahibi değil.

1. Yeni atanan rektör seçimle gelmedi.

Bilindiği gibi üniversite rektörleri 2018’de geçen bir KHK ile (KHK 703) doğrudan cumhurbaşkanı tarafından atanıyorlar. 2016 öncesinde olduğu gibi üniversitelerde (göstermelik de olsa) seçim de yapılmıyor artık. Bu durum kendiliğinden; yani Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan yeni rektörün kim olduğundan bağımsız olarak, başlıbaşına bir eleştiri sebebi. 2016 öncesinde üniversitelerde bir seçim yapılıyor; ancak yine de seçimi kazanan kişi rektör olarak doğrudan atanmıyordu. Önce YÖK, seçimde ilk altıya giren adaylardan üçünü seçip bu isimleri cumhurbaşkanına iletiyor, cumhurbaşkanı da bu üç isimden birisini seçip rektör olarak atıyordu. Bu sistem bile demokrasi açısından sorunluyken, artık üniversite rektörlükleri için hiçbir seçim yapılmıyor olması ve bu önemli toplumsal pozisyon için demokratik en ufak bir uygulama dahi bulunmaması eleştiriyi hak ediyor.

Burada ilk akla gelen felsefi soru, bir rektörün seçimle gelmesinin atamayla gelmesinden her zaman ve her koşulda daha mı iyi olacağı sorusu. Günümüzde demokrasi ve demokratik uygulamalar birer tanımlamadan çok neredeyse birer övgü sıfatı gibi kullanılıyorlar. Bir kurumun ya da bir ülkenin demokratik olması, demokratik uygulamalarla yönetilmesi, diğer özelliklerinin yanında övülesi, takdir edilesi ayrı bir yanı olarak sunuluyor. Bu yaklaşımı eleştirmek de pek makul olmazdı zaten; çünkü demokratik uygulamalar “bireylerin eşitliği” fikrini yansıtmaları açısından değerlidirler. Eğer bu tür bir eşitlik fikrinden tamamen vazgeçmeyeceksek, ki geçmeyelim, “demokratik” kavramının övgü içeren bu kullanımını da bırakmamalıyız. Bu açıdan bakıldığında bir rektörün seçimle gelmesi atamayla gelmesinden elbette daha değerli gözüküyor.

Bu argümana bir itiraz, rektörün seçimle gelmesinin üniversitelerde “haksız uygulamalar, kırgınlıklar ve kişisel çekişmelere” yol açtığı ya da açabileceği. Burada kastedilen, seçimle gelen rektörün, kendisine oy veren grupların veya kişilerin istek ve taleplerini karşılarken (ya da kolaylaştırırken) kendisini desteklemeyenlerin işlerini en azından yavaşlatabileceği. Bunun ciddi bir sorun olduğu aşikâr; ancak bu doğrudan demokratik seçime karşı bir argüman değil. Eğer üniversitelerde belli başlı görüşler etrafında hizipler oluşmuşsa bu öncelikle ülkedeki siyasi ve toplumsal atmosferle doğrudan ilgili bir durumdur. Çözümü de yine siyasi ve toplumsaldır. Rektör, demokratik bir seçimle değil de atamayla gelse yine bu hizipler arasında kırgınlıklar ve çekişmeler olabilir. Bunları engellemenin yolu üniversitelere daha az değil, aksine daha fazla demokratik uygulama getirmektir.

Peki ya atamayla gelecek olan kişi seçimle gelecek olan kişiden daha yetenekliyse ve idaresine geldiği kuruma daha fazla faydası olacaksa, yine de seçimle gelme fikrini daha değerli mi bulmalıyız? Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni atanan rektör, üniversitenin dünyada en iyi ilk 100 üniversite arasına girmesinde önemli bir payı olacağını iddia ediyor. Bunu yapabileceğini gerçekçi bir şekilde varsayabilseydik mesela, yine de yeni rektörü, bu başarıyı gösterme ihtimali daha düşük olan ve seçimle gelen bir rektörden daha mı az meşru bulurduk? Tabii ki burada analiz biraz zorlaşıyor; çünkü burada ortaya koyulan iddianın gerçekçi olup olmaması da önemli bir mesele. Yine de varsayımsal olarak gerçekçi olsaydı bile, burada odaklanmak istediğim kıyaslama, kuruma bu rektörden gelecek fayda ile herhangi bir rektörün seçimle gelmesi arasında olacak. Yani fayda ile demokratik uygulama kıyaslaması yapmam gerekecek.

Bireylere, kurumlara fayda sağlamak gerçekten çok değerli ve onaylanması gereken bir davranış. Buna rağmen yukarıda da bahsettiğim gibi “bireylerin eşitliği” fikrini çok iyi yansıtan demokratik bir seçimle gelmemiş olması bu kişinin sağlayacağı faydaya önemli bir gölge düşürürdü. Demek istediğim bir idarecinin kuruma getireceği fayda tartışmasız olarak gelme şekline üstün değildir. Demokratik bir seçimle gelmemiş olması her zaman sağlanan faydaya üstün gelmese de çoğu zaman bize itiraz için kuvvetli bir zemin sunar. Sonuçta diyebiliriz ki yeni rektörün seçimle gelmemiş olması itirazı, geldiği kuruma ne kadar fayda sağlayacak olursa olsun, tek başına dikkate alınması gereken kuvvetli bir itirazdır.

2. Yeni atanan rektör iktidar partisiyle yakın ilişki içerisindeydi.

Bu itirazın kuvveti, rektörün atanmış olmasına dayanıyor. Yeni rektör gerçekten demokratik bir seçimle gelmiş birisi olsaydı, bu itirazı aynı kuvvetle sürdürmek daha zor olurdu. Mevcut durumda, yeni atanan rektöre yönelik iddialar, iktidar partisinin kendi mensubu olan bir akademisyeni rektör olarak atayarak üniversiteyi kendi talimatları doğrultusunda şekillendirmek istediğini düşündürüyor. Bu konuyla ilgili olarak, yeni rektörün geçmişinden hareketle gelişen izlenim ve iddialar da akademik camiada soru işareti oluşturabilecek nitelikte. Yakın geçmişte atandığı iki farklı üniversitede oldukça kısa süreler rektörlük yapmış olması, iktidarın hizmetinde olduğu söylenen sanal bir troll ekibi kurduğu iddiası, iktidar partisi içerisinde siyasi kariyerini ilerletmeyi deneyip orada tutunamayınca akademik bir kariyere yöneldiği söylentisi buradaki düşünceyi destekler nitelikte.

Bu itirazın muhtemel temel varsayımı, herhangi bir iktidar partisinin, üniversiteleri, atadığı yöneticiler aracılığıyla kendi talimatları doğrultusunda şekillendirmesinin toplumun genel yararına olmayacağı. Böyle bir hamle elbette otoriter bir iktidar partisinin yararına olacaktır; çünkü üniversiteler, demokratik olmayan ülkelerde bile, her fikrin yanında iktidarın hoşuna gitmeyen muhalif fikirlerin de geliştiği ve kendilerine ses bulabildiği yerlerdir. Otoriter bir iktidarın bu fikirlere tahammülsüz olması da beklenen bir sonuç. Akademinin özerkliğinden, dolayısıyla üniversitelerin iktidarın talimatları ile şekillendirilememesinden bahsedilirken kastedilenlerden biri de bu muhalif seslerin de diğer fikirler gibi üniversite bünyesinde koruma altında olması gerekliliği ve bunun uzun vadede tüm toplum için iyi olacağı.

Burada muhalif seslerin duyulmasının tüm toplum için uzun vadede neden ve nasıl iyi olacağı sorusuna belki farklı açıklamalar getirilebilir. Ancak oldukça iyi bir açıklamayı 19. yüzyılda yaşamış meşhur İngiliz felsefeci J. S. Mill’de bulabiliriz. Mill, Özgürlük Üzerine adlı kitabında bu meseleyi tartışırken farklı ve muhalif fikirlerin hakikate ulaşmamızda bize sağlayacağı faydadan bahsetmiş ve hakikate ulaşmanın toplumlar için mutlaka iyi olacağını iddia etmiştir. Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni atanan rektörün iktidar partisi mensubu olması, onun muhalif fikirleri bastırma ihtimaline işaret ettiği, bunun da uzun (belki de orta) vadede toplumun zararına olacağı düşünüldüğü için bu itiraz da kuvvetli bir temele dayanıyor.

3. Yeni atanan rektör üniversitenin içinden birisi değil.

Bu itirazın anlamlı olabilmesi için “Boğaziçi üniversitesinin içinden olmak” derken neyin kastedildiğini anlamamız gerekir. Bu iddiayı sadece yeni rektörün lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde almadığı gerçeğine dayandırmak doğru olmaz. Çünkü o zaman iki farklı sorunla karşılaşırız. 1) Boğaziçi’nde lisans okumuş herkesin bu değerleri sahiplendiği gibi yanlış bir yargı getirmiş oluruz. 2) Bu değerleri sindirmiş birisini sadece lisansı farklı yerden olduğu için haksız yere bu okulda yüksek bir görev almaktan uzak tutmuş oluruz. Bu sonuncusu da bir tür hizipçilik olur ve tek başına meşru bir destek sunmaz.

Sadece kişinin benimsediği değerlere bakmak da yeterli olmayabilir. Boğaziçi’nin “havasını solumak” diye tabir edebileceğimiz, bu okulda bulunmak, çeşitli birimlerinde görev almak veya katılım göstermek buradaki değerlerle içli dışlı olmanın garantisini vermese de en azından buna dair kuvvetli bir kanıt sayılabilir. Bu yüzden, “üniversitenin içinden olmak” derken hem üniversite değerlerini benimsemiş olmayı hem de burada çeşitli birimlerde bulunmuş ve görev almış olmayı beraber saymamız gerekir.

Bu noktada Boğaziçi Üniversitesi’nin kültüründe kendine has olanların yanında evrensel olarak görülen birtakım değerlerden bahsettiğimi belirtmem gerekir. Çoğulculuk, hoşgörü, çok seslilik bunların en önemlileri olarak sayılabilir. Bunların yanında, üniversitedeki idari birimlerin ülkenin mevcut kanunlarının ilerisinde demokratik bir teamülle işlemesi ve bu birimlerdeki güç sahiplerinin bu gelenekleri sahiplenmesi de önemli bir kriter. Boğaziçi’nde yeterince vakit geçirmemiş, bu değerleri sindirmemiş birisi başka çıkarları veya faydaları bu değerlerin önüne koyabilir. Oysaki Boğaziçi Üniversitesi’nin şu anda sahip olduğu kimliğin en belirgin öğelerinden bazıları bunlardır. Bu değerlerden vazgeçilmesi üniversitenin yüz yıldan uzun süredir koruduğu kimliğini değiştirmek anlamına gelecektir. Öyleyse bu itirazın temel meselesi, bahsedilen üniversite değerlerinin korunması gerektiği ve Boğaziçi Üniversitesi’nin kimliğinin değiştirilmemesi talebidir. Bu itiraz, belli ki, yeni atanan rektörün Boğaziçi Üniversitesi’nin herhangi bir biriminde görev almadığı, burada sadece yüksek öğrenim gördüğü, bu yüzden de üniversitenin değerlerini sahiplenemeyeceği iddiasına yaslanıyor.

4. Yeni atanan rektör liyakat sahibi değil.

Bu itirazın temel varsayımı, rektörün nasıl bir yeterliliğe sahip olması gerektiği üzerine. Bu itiraza göre bir rektörün, bir üniversitede sadece işlerin yolunda gitmesini sağlayacak bir idareci değil aynı zamanda o kurumdaki diğer idareci ve hocaların da saygısını kazanabilecek birisi olması beklenir. Bahsedilen saygınlığı kazanmanın bir yolu da başka özelliklerinin yanında akademik olarak saygın birisi olmasıdır.

Yeni rektörün sosyal medyada ürettiği içeriklerin yanı sıra akademik başarılarının da mercek altına alınması ve intihal gibi çok ciddi akademik bir suçu işlediğinin iddia edilmesi bu sebeple önemli. Bu son itirazın temel dayanağı yeni rektörün akademik olarak saygın birisi olmadığı iddiasına dayanıyor. Bu sebeple de rektör olmak için yeterli bulunmadığı iddia edilerek atanmasına itiraz ediliyor.

Peki ya Hegel meselesi?

Son olarak, bu dört itirazın birbiriyle ve genel itirazla ilişkilerine kısaca değinmek istiyorum. Açıkça görülebilir ki ilk itiraz tüm diğer itirazlar olmadığında da tek başına yeni rektör atamasına karşı çıkmak için yeterli zemini sunuyor. Ancak bu son rektör atamasında diğer itirazların da bulunması önemli bir açıklama gücü veriyor bize. Öncelikle, Boğaziçi Üniversitesi’nin bir önceki rektörü de atamayla gelmiş olmasına rağmen neden şimdiki kadar büyük bir itirazla karşılaşmamıştı, bunu açıklıyor: Bir önceki rektöre birinci ve belki de (şimdikinden daha zayıf olmakla birlikte) ikinci madde üzerinden itiraz edilirken, üçüncü ve dördüncü maddeler üzerinden itiraz edilemiyordu; çünkü halihazırda okulda görev yapan ve önemli sayıda akademisyenin saygısını kazanmış bir isimdi.

Burada önceki rektöre daha zayıf bir itiraz yapılmış olmasını doğru bulduğumu söylemek istemiyorum. Yine de şimdiki rektöre diğer maddeler üzerinden de itiraz edildiğini gözden kaçırırsak, açıklama gücümüz azalır diyorum. Peki bu itirazların her biri aynı kuvvette mi? Yani bu itirazlardan birini yapabildiğimiz bir durum, başka bir itirazı yapabildiğimiz başka bir durumla aynı oranda mı eleştiri almalı? Bunlar kolay sorular değil ve eldeki durumları inceleyerek cevap vermek gerekir.

Eldeki olası durumlar hakkında fikir vermesi için felsefecilerin sevdiği düşünce egzersizlerinden birini yapalım şimdi. Bu yazının başlığında sorduğum gibi, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak, iktidar tarafından, meşhur Alman felsefeci G.W. F. Hegel’in atandığı hayali bir durum düşünelim. (İsterseniz Hegel yerine Einstein diye düşünün, bu argüman için fark etmez. Önemli olan saygın bir felsefecinin veya bilim insanının herhangi bir seçim olmadan, doğrudan atamayla getirilmesi.) Bu duruma sadece ilk madde üzerinden itiraz edilebilir. Yani Hegel, bu varsayımsal durumda iktidar partisi üyesi değil, demokratik teamüllere yeterince aşina ve son derece liyakatli. Ancak yine de bu atamada bizi rahatsız eden bir şeyler olurdu ve hem öğretim üyelerinden, hem öğrencilerden, hem de toplumdaki demokrat insanlardan itirazlar yükselirdi.

Bu düşünce egzersizi ve hemen üstünde yazanlar bize şunu gösteriyor: 1) Üniversite rektörünün doğrudan iktidar atamasıyla değil de bir tür seçimle gelmesi, demokrasiyi önemseyen herkes için vazgeçilmez bir kriterdir. Diğer maddelerin geçerli olmadığı durumlarda bile buradaki ilk madde itiraz için kuvvetli bir zemin sunar. 2) Buna rağmen bugün, mevcut atamaya eleştiri sunan tüm kişi ve grupların buradaki tüm maddeleri (ve hatta gözden kaçırdığım varsa başka maddeleri de) kullanarak eleştiri yapması açıklama gücünü artırmak için gereklidir. Bu yüzden mevcut atamayı da sadece birinci maddeye değil tüm maddelere dayanarak eleştirmeliyiz.

Felsefeciler bazen düşünce egzersizlerinin çekiciliğine kendilerini fazla kaptırırlar. Ben de kendimi yukardaki varsayıma kaptırmaktan alıkoyamıyorum. Yani, günün birinde Boğaziçi Üniversitesi’ne bir Hegel (veya bir Einstein) rektör olarak atanırsa, itirazımı biraz hafifletirdim muhtemelen.

*Başlıktaki fikir ve içerikteki katkıları için Umut Eldem’e, yazıyı düzelttiği için Alptekin Uzel’e ve ayrıca katkıda bulunan Maya Mandalinci, Çağlar Çömez ve Beşir Özgür Nayır’a teşekkür ederim.

Hüseyin S Kuyumcuoğlu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir